Reklamcılığın altın çağı olarak lanse edilen, bugün ise namına diziler çekilen 60’lar ve 70’ler, kapitalizmin palazlandığı o yıllarda; toplumlara tüketim alışkanlığını yerleştirmek ve sistemini garanti altına almak için reklamlar aracılığı ile yaratıcılığı çok verimli kullanıyordu.
Devrin sıradışı ve üretken dahileri; işbilir ajans patronları ve tek sesli medya sayesinde dünyaya damgasını vuruyordu. Bir bakanın, bir daha bakmak isteyeceği fikirler bazılarını hayrete düşürürken, yıllar sonra reklamcılık okullarında okutulan fenomenlere dönüştü.
Oysa biz “Yaratıcılık doğuştan mı gelir? Yoksa sonradan öğrenilebilir birşey midir?” diye tartışırken, insanoğlu 2000’li yılların başında entellektüel sermayesini internette paylaşıyor ve herkes kendi penceresini bir diğerine açıyordu.
İşte bu noktadan sonra yaratıcı fikirlerin reklam ve medya dünyasına ait olmadığı anlaşılmaya başladı ve sosyal medya ile birlikte yaratıcı reklamcılık zorlaştı.
Herkesin hem üretici, hem yaratıcı, hem yayıncı, hem de dağıtımcı olduğu, elektronik ağ altyapısına dayalı günümüz bilgi paylaşımı modeli, reklamcıların tüketicileri şaşırtma kabiliyetini zorlar halde geldi.
Artık tüketicinin dört bir yanında yeni ve yaratıcı içerik üreten bloglar, tweetler var. Artık kimse kolay kolay bir ilana bakıp “vay canına” demiyor.
Bugün geleneksel iş yapış biçimine aşina bir çok ajansın tökezlemesinin, markaların gün geçtikçe sosyal medya iletişimine önem vermesinin, hükümetlerin yeni medya yapılanmalarını kontrol etmek istemesinin nedeni de bu aslında.
Bir yanıt yazın